Bu Blogda Ara

28 Aralık 2010 Salı

LOUIS ARAGON

Aynı zamanı yaşayan, fakat farklı duygulara sahip olan insanlar nasıl bir araya gelirler? Eski afili duyguların yaşanmaması bundan mıdır acaba? Habermas içinde bulunduğumuz bu sancılı durumu aslında çok güzel dillendirmektedir: “Gelip geçici, kaygan, anlık olana atfedilen yeni değer, dinamizmin kutsanmasının kendisi, kirletilmemiş, lekesiz ve istikrarlı bir şimdiki zamana duyulan özlemi ele verir.” Bugün şimdiyi tartışmayacağım bilakis eskilerden ünlü bir şairle hemhal olacağım, Fransız şair ve yazar Aragon.. Neden Aragon, çünkü o postmodern zamanın derinliksiz ve sığ duygularından uzakta büyük aşklara imza atmıştır, özellikle Moskovalı güzel Elsa'ya olan aşkı  bir efsaneye dönüşmüştür. "Elsa'nın gözleri" adlı şiir bu aşkın en anlamlı örneğidir.

ELSA'NIN GÖZLERİ

Öyle derin ki gözlerin içmeye eğildim de
Bütün güneşleri pırıl pırıl orada gördüm
orada bütün ümitsizlikleri bekleyen ölüm
Öyle derin ki her şeyi unuttum içlerinde

Uçsuz bir denizdir bulanır kuş gölgelerinde
Sonra birden güneş çıkar o bulanıklık geçer
Yaz meleklerin eteklerinden bulutlar biçer
Göklerin en mavisi buğdaylar üzerinde

Karanlık bulutları boşuna dağıtır rüzgar
Göklerden aydındır gözlerin bir yaş belirince
Camın kırılan yerindeki maviliğini de
Yağmur sonu semalarını da kıskandırırlar

Ben bu radyumu bir pekbilent taşından çıkarttım
Benim de yandı parmaklarım memnu ateşinde
Bulup yeniden kaybettiğim cennet ülke
Gözlerin Perumdur benim Golkondum, Hindistan'ım

Kainat paramparça oldu bir akşam üzeri
Her kurtulan ateş yaktı üstünde bir kayanın
Gördüm denizin üzerinde parlarken Elsa'nın
Gözleri Elsa'nın gözleri Elsa'nın gözleri.

Bu büyük aşk Elsa'nın ölümünden sonra çekmecesinden çıkan mektuplarla biter. Çünkü bu mektuplar başka erkeklerden gelmiştir ve güzel gözlü Elsa aslında söylentilere göre Aragonu defalarca aldatmıştır. Özellikle günlüğünde yazan şu cümle Aragon'u bitirmiştir: "Herkes beni sevsin, bütün erkekler bana hayran olsun istiyorum." Elsa'nın Gözleri ni yazdıran bu aşk Mutlu Aşk Yok ki Dünyada ile son bulmuştur.

MUTLU AŞK YOK Kİ DÜNYADA

Aslında hiçbir şey kar değil insana
Ne gücü ne zayıf yanları ne de yüreği
Gölgesi bir haç gölgesidir kollarını açsa
Ve kırar göğsüne bastırırken sevdiği şeyi
Tuhaf bir ayrılıktır hayatı kapkara
Mutlu aşk yok ki dünyada

Hani giydirilmiş erler bir başka yazgıya
İşte o silahsız askerlere benzer hayatı
Sabahları o yazgı için uyanmış olsalar da
Tükenmiştirler ve kararsızdırlar akşamları
Söyle yavrum şu sözleri ve sakın ağlama
Mutlu aşk yok ki dünyada

Güzel aşkım tatlı aşkım çıbanım derdim
Yaralı bir kuş gibi taşırım seni şuramda
Ve görmeden bakanlar şu halimize bizim
Süzdüğüm sözleri söylerler benden sonra
Ve her şey der demez ölür iri gözlerin uğruna
Mutlu aşk yok ki dünyada

Yaşamayı öğrenmek bizimçin geçti çoktan
Ağlasın gece içinde kalplerimiz yan yana
En küçük şarkıyı mutsuzluktur kurtaran
Her ürperiş borçlu baştan bir hayıflanmaya
Ve her kitar havası beslenir hıçkırıkla
Mutlu aşk yok ki dünyada

Acılara batmamış bir aşk söyle bana
Yıkmamış kıymamış olsun bir aşk söyle
Bir aşk söyle sarartıp soldurmamış ama
İnan ki senden artık değil yurt sevgisi de
Bir aşk yok ki paydos demiş gözyaşlarına
Mutlu aşk yok ki dünyada
Ama şu aşk ikimizin öyle de olsa
Louis Aragon-Çev. Cemal Süreya

Gerçeküstücülüğün en güzel örneklerini veren Aragon 1982 yılında (muhtemelen kafasında soru işaretleri ile) ölmüştür. Fakat şunu bilmeliyiz her duygu her bedende aynı etkiyi uyandıramayabilir. Objektivitesi olmayan bir şeyin açıklamasını yapmak biraz absürd olacağından yine aktivist şairimizle noktayı koymak doğru olacaktır."Her şey ansızın sinsice değişebilir. Yarın, bugünkü bizden eser kalmayabilir. Her şey değişebilir ama kadın ve erkek asla."



27 Aralık 2010 Pazartesi

KARŞI

Gerin, bedenim, gerin;
Doğan güne karşı.
Duyur duyurabilirsen,
Elinin kolunun gücünü,
Ele güne karşı.
Bak! dünya renkler içinde!
Bu güzel dünya içinde
Sevin sevinebilirsen,
İnsanlığın haline karşı.
Durmadan işliyen saatlerde
Dişli dişliye karşı;
Dişlilerin arasında,
Güçsüz güçlüye karşı.
Herkes bir şeye karşı.
Küçük hanım, yatağında, uykuda,
Rüyalarına karşı.
Gerin, bedenim, gerin,
Doğan güne karşı.

Orhan Veli

MURAT BELGE İLE "TÜRK DÜŞÜNCE HAYATI" ÜZERİNE SÖYLEŞİ

_ Tarihsel sürece baktığımızda, bizim batıya bakışımızda bir değişiklik oluyor mu sizce?

Tanzimat, işte cumhuriyetin erken dönemi ve daha sonraki dönemleri, tek parti dönemi, daha sonrası vs. Şimdi mutlaka Türkiye değişiyor. Bu değişimde sonuçta batıya daha fazla yakınlaşma birçok bakımlardan yakınlaşma olarak değerlendirilebilir. Ama sanki bu toplumsal düzeyde oluyor; ekonomisiyle vs. ile böyle bir belirgin süreç var. Belirgin ve belirleyici de ama uzun vadede belirleyici, ağır ağır belirleyici bir süreç var. Fakat bu sanki düşünce düzeyine özellikle de daha böyle resmi denebilecek düşünce düzeyine daha az yansıyor, toplumda olan dönüşüm öyle olunca da bu düşünceler düzeyinde işte ta bilmem Tanzimattı, şuydu-buydu, o zamandan bu zamana batı şudur, biz batılı olmak için şöyle yapmalıyız, bütün bu ideolojik yaklaşımlarda çok fazla bir batılılaşma çarpmıyor. Ben kendi terminolojimle, hep batılı ile batıcı arasına bir fark koyarım. Biz bir türlü batılı olmadan devamlı batıcı olmakta sanki devam eden bir toplumuz. Bu da en çok gene ideolojik düzeyde kendini gösteriyor ve orda da o batıcının Türkçedeki iki anlamını da kastediyorum. Yani bu batıcı ideoloji gittikçe topluma batan bir nitelik, yani nasıl batış; işte hani toplumu böyle arkasından dürtüp, işte hani toplumu böyle arkasından dürtüp, işte şöyle ol, böyle ol, komutlar böyle, bütünsel total şeyler, topluma yön göstermeler vs. Şimdi bu batılılıkla bağdaşan bir şey değil. Yani geçtiğimiz bu süre içinde, bunca yıl içinde bana en çarpıcı gelen gelişme, gene bir paradoks içeren bir şey; Batıcılık zaman içinde daha batılı olacağına sanki gitgide batıcılıktan daha fazla uzaklaşan bir şey oldu.

_ Erken Cumhuriyet döneminde, işte yeni kurulan bir devlet ve dolayısıyla sanki yeni bir kimlik arayışı da var gibi, siz bu dönemi bu çerçevede aydınların bu döneme bakışını da göz önüne alarak değerlendirir misiniz?

Bu Osmanlı Devletinin artık işte bir kaçınılmaz bir çöküntüye girdiğinin anlaşılmasıyla birlikte bütün aydınlar, entelijensiya arasında arayışlar başladı. Aslında hep onu gözlemişimdir, dikkat etmişimdir bu dönemde yetişen aydınlar pek çok alanda örnek verilebilir; A. Hamdi Başar'dan, A. Hamdi Tanpınar'a, Fuat Köprülü'den işte Ziya Gökalp'e vs. Sanki Cumhuriyet Türkiye'sinin de düşünce hayatını ilk oluşturan insanlardır. Yani diyelim işte, Cumhuriyet'in kuruluşuna kadar şöyle bir 20-30 yaşlarına gelmiş, formasyonlarını almış kuşaklar hala kendi aralarında böyle aşılmaz doruklar gibi dururlar. Türk düşünce hayatında şimdi bunlardan biri de Z. Gökalp. Yani benim katıldığım yani düşüncelerine bayıldığım bir insan değil ama nesnel bir gözle bakıldığında çok önemli bir rol oynamış biri. Bu adamda bu badire içindeki topluma bir kimlik tanıma getirmeye çalışmış. Ne demiş; işte millet olarak ırken Türk'üz, dinen İslamız ama medeniyet tercihimiz bakımından  da işte Garplıyız, batılıyız, böyle olmak istiyoruz. Yani bunların ikisi hani olduğumuz gibi, birisi olmak istediğimiz gibi. Şimdi ben bu kimlik tanımının bu üçlü kimlik tanımının öğelerine de çok fazla katılmıyorum şahsen, ama gene düşündüğümüz zaman, biz sanırım bu üçlünün şeyinden çıkamadık. Yani hala kimlik nedir, biz neyiz, ne olacağız falan denildi mi, bu terimler içinde düşünüyoruz. Bu belki formulün oldukça güçlü bir formül olduğunu gösteriyor, bunca yıl sonra gene bu terimler çok fazla değişmiyorsa. Aynı zamanda, bence, zaafta gösteriyor, çünkü bu formlle hiç bir yere de varmıyoruz...

_ Bu kimlik meselesinin yanı sıra Cumhuriyetle birlikte bir türlü çözülemeyen bir başka mesele daha var. Mesela, vatandaşlık kavramının bir kimlik olarak tam anlamıyla yerleştiğini söylemek galiba oldukça güç.

Bir vatandaşlık kimliğinin oluşmamasında şimdi mutlak gene bir çok faktörün payı var. Yalnız burada önemli bir talihsizlik de var. Sanki Osmanlıcılık yani pan-ottomanizm filan denen şey böyle belki ruşeym halinde, embriyo halinde bir vatandaşlık potansiyeli içeriyordu. Tabi Osmanlının o döneminde yani bunun böyle bir felsefesinin ya da işte hukukunun falan oluşması biraz zordu ama hem bunu seziyordu insanlar yani bir Tanzimat dönemi boyunca, yani Osmanlı olarak kendini hissedenler Türk tarafı diyelim seziyordu. Ayrıca gayri- Türk yada gayri-müslim unsurlar arasında da bunu sezen vardı. Diyelim şimdi adlarını sayamayacağım bir takım daha solda yer alan sosyalist kampta yer alan Bulgar aydınlar falan. Yani onlarda böyle bir enternasyonalizmi şeyi vardı. Bu olabilr mi, belki de olabilir falan arayışı vardı. Ama bu yani tarihin ana akışı onları marjinalize ediyordu. Yani milliyetçilik bütün bu unsurlar için çok daha belirleyici güçlü bir şeydi. Ve meşhur hani B... Efendinin lafı işte orda bütün unsurlarıyla parlamentoda temsil edilsin, bilmem ne bu çabalar ama B.... Efendi kalkıyor, "Osmanlı Bankası ne kadar Osmanlıysa ben de o kadar Osmanlıyım" diyor. Yani sonuçta her milletin kendi milliyetçiliği belirleyici oluyor. Şimdi talihsizlik dediğim bu, bu önlenmesi çok zor şeydi o koşullarda. Böyle olunca da yani bu işte "devleti nasıl kurtarırız" falan hep bizde belirleyici şey, işte devletin ülkesi ve milletiyle işte bekasını nasıl sağlarız falan diye bu işinde olan intelijensiya ümidi kesti, yani böyle bir heterojen etnisite içerisinde bir ortak vatandaşlık bilinciyle vaziyeti kurtarmak mümkün olmuyor, adamlar bildikleri gibi gidiyorlar; ondan sonra ister istemez bu tür şeyi yani intelijensiyanın bu kollarının kafası işte islami olan gitti, Türkçülükten, milliyetçilikten gitti ve bunun sonucu da; hani böyle bir asimilasyoncu politikalar vs. gibi bir yani tek kimlik altında toplayalım ve bunu yüceltelim.

_ Bu çerçevede Kemalizmi bir ideoloji olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kemalizm bence gayet pragmatik bir şeydir, ideolojidir. Kendisi de bunu sık sık söylemiştir. Yakup Kadri, Mustafa Kemal'e "Paşam bu inkılaba bir ideoloji lazım" deyince, "İşte ideoloji olursa donarız", bu gayet açık pragmatik bir söz. Nitekim Kemalizm kendi için işte altı okulun oluşumu vs. onun sürecine baktığımızda da hep pragmatik durumun belirleyici olduğunu görüyoruz. Milliyetiliktir Kemalizm sonuçta ama bu bakımdan Türkiye'de varolan öbür  ideolojilerden çok farklı değildi. Türkiye'de olan bütün ideolojilerden milliyetçidir. Milliyetçiliği aşabilmiş, modifiye edilmiş bir başka ideolojiden bahsetmek zor Türkiye'de. Cumhuriyetçilik altı oktan biri, bu evet, yani Kemalizm için çok önemli bir şey. Belki bizim için bugün en az önemli olanı ama Osmanlı hanedanının altıyüz yıl sürmüş bir egemenliğine karşı kendi cumhurbaşkanlığı ile bir yeni rejimin kurulması gibi bir süreç M.Kemal açısından. Cumhuriyetçiliği işte o altı oktan biri yapmak konumundaydı. Mesela devletçilik gibi birşey olmayabilirdi. M.Kemal düşüncesini incelemeye çalışmış bir çok insan zaten bunu söyler. Yai esas ideali Türkiye'nin mesela İngiltere gibi hani böyle bir liberal ekonomisi olan bir ülke olması ama dünya buhranı vs. bir takım koşullar gelmiş, devletçilik bir bir kurtarıcı yol olarak görülmüş. O zaman KADRO' ya izin verilmiş...Bu bakımdan kemalizmin doğru-yanlış ama ciddi bir batılılaşma programı olduğu da söylenebilir. İşte gene işin ilginç yanı aradan çok yıl geçtikten sonra da bu Kemalizmi bugün hala temsil eden kesimler batıya çok fazla yaklaşmadılar. Ve belki bunu en göze çarpar biçimde 12 Eylül döneminde gördük. 12 Eylül döneminde müdahale eden askeri güç, onun başındaki bireyler işte Kenan Evren vs. işte Kemalizmin o tarihlerdeki başlıca temsilcisiydi. Ve yaptıkları iş demokrasiye uymadığı için batıdan ciddi eleştiri aldılar ve kendileri de batıya karşı ciddi tavır aldılar. Yani burada işte 80'li yıllarda Kemalizmin vardığı aşama ile 80'li yıllardaki batı arasında derin uçurumu gördük. Bu da belki çok benzersiz bir toplumsal yaşantı değil, örneğin daha 70'li yıllarda Arjantin vs. gibi yerlerde ki askeri darbalerde de benzeri süreçleri uzaktan izleme imkanımız oldu. Çünkü o Güney Amerika cumhuriyetleri, Arjantin, Uruguay, Şili gibi de başlangıçta Avrupa'nın liberal fikirleri, liberal değerleri vs. üzerine kurulmuştu. Biz bu kıtada Pinocheler vs. onlarda Şili'nin Şili'den başka dostu yok, Arjantinin Arjantinden başka dostu yok benzer ideolojilerde batıyla köprülerini attılar. Demek ki, bu sonuçta üçüncü dünyalılık ve onun getirdiği milliyetçi ideoloji ile işte esas batı dediğimiz değerler bir takım özel kanallar, yollar açılmadıkça görünüşü ile batıcı olan programlarla da bu mesafe azalmıyor. Hatta uzaklaşabiliyor, bu bakımdan Türkiye'de tek başına bir örnek değil, belki bunlardan biri ama bunu dünyada daha başarılı örnekleri olduğunu da söyleyebiliriz. Ben mesela ekleyim, yani bizim o çok dış görünüşe önem veren biraz şekli batıcılığımız, fesi giyme bilmem ne filan. Mesela buna hiç girmemiş Hindistan vs. bence Türkiye'de çok daha batılı bir çok özellikleriyle tabi batılı denemeyecek pek çok özelliği var ama genel gidiş ve genel felsefesi itibariyle daha batılı olduğunu iddia ederim.

  • Söyleşi: Muharrem Sevil, Türk Düşünce Hayatı, Hece yayınları, Ankara/2006

25 Aralık 2010 Cumartesi

FELSEFİ DÜŞÜNCE

 Kendimizi sonsuzluğa en yakın ne zaman hissederiz veya sonsuzluk ilk ne zaman bize varlığını hissettirir? Sizi bilmem ama ben ne zaman başımı gökyüzüne kaldırsam "işte sonsuzluk" diyorum. Sonra bir kendime bakıyorum bir de gökyüzüne...Yanlış anlaşılmasın felsefe yapmıyorum, doğal bir sorgulama bu. Peki içinde bulunduğum bu basit ve sıradan düşünce ne zaman entelektüel bir faaliyet ve bilgi birikimine dönüşür yani "felsefi düşünceye". Felsefi düşünceyi veya felsefeyi anlamaya çalışırken yapılması gereken en doğru davranış filozofların yaptıkları işin kendisine bakmaktır. Filozoflar farklı zamanlarda, farklı kültürlerde, farklı amaçlar ve farklı işlevlerle farklı somut felsefeler üretmişlerdir. Kant felsefeyi "kendisini akla dayanan nedenlerle meşru kılmak ve haklı çıkarmak iddiasında bir zihinsel etkinlik biçimi" olarak tanımlamıştır. Felsefede önemli olan felsefi sonuçlardan çok bu sonuçlara varma biçimidir. Felsefede bilimlerde olduğu gibi herkes tarafından kabul edilen veya kabul edilmesi gereken doğru, kesin bilgiler veya sonuçlar söz konusu değildir. Bir bilim adamı başka bir bilim adamının bilimsel görüşünü zorunda olmasına karşılık bir filozofun başka bir felsefi görüşünü paylaşması beklenemez, hatta azu ediemez. Felsefe tarihinde her filozof kendinden önce gelen filozofları çürütmeyi çalışırken kendisinden sonra gelenler tarafından reddilmiştir. Önemli olan felsefeyi öğrenmek değil, felsefe yapmayı öğenmektir; tabi bu da "felsefi düşünce"den geçer.

Felsefi düşünce eleşirel bir düşüncedir. Örneğin felsefeci doğrudan doğruya doğa, tarih, toplum üzerinde eleştirici bir bakış açısıyla düşünebileceği gibi, deneyleri çeşitli bilimler tarafından bu varlık alanlarıyla ilgili olarak kendisine sağlanan veri malzeme üzerine de düşünebilir. Bu özelliği ile felsefenin, bilginin bilgisi veya refleksif bir düşünce faaliyeti olduğu söylenir. Refleksiyon, kendi üzerine dönme anlamına gelir. Zihin kendi üzerine dönerek sahip olduğu bilgiler üzerine düşünür. Felsefe, esas itibariyle işte bu bilgiler üzerinde düşümek, onların temelini ve değerini yoklama, soruşturma faaliyetidir.

Felsefi düşünce, bilimsel düşünce ile ortak olarak paylaştığı kavram ve soyutlamaları kullanır ve bunların yardımıyla ilkeler ortaya atar. Bu da felsefenin genellemeci veya ortak sonuçlara varma isteğinden kaynaklanır.

Felsefi düşüncenin bir diğer özelliği, onun çözümleyici (analitik) ve kurucu (sentetik) işlevidir. Felsefi düşüncenin analitik işlevi derken kastedilen filozofun kendisinin de içinde bulunduğu ve bir parçasını teşkil ettiği dünyayı anlamak ve kavramak için kendisine sunulan bilgi, deney, algı ve sezgi yeteneklerine göre yeniden düşünmesi, aydınlığa kavuşturması işlevidir.

Çoğu zaman kafamızda bizi boğan bir çok antinomilerden kimbilir belki de "felsefi düşünce" ile kurtulabiliriz. Varoluş, bilgi, etik, sanat, din varsa kafanıza takılan bir paradoks meydan sizin..

20 Aralık 2010 Pazartesi

Ütopya

Zamanların en aylak geçirildiği anlarda düşlenen ve düşlenen o şeyin imkansızlığını anladığımızda karşımıza çıkan ütopya kavramıyla haşır neşir olmak istiyorum bugün. O nedenle öylesine, ciddiyetsiz ama biraz daha benden bir yazı olmalı bu.  Bu zamana kadar hep içsel bütünlük taşıyan şeylere kafamda izin verdiğim için, varlığı kurgulamaya bağlı bir alan olan ve genelde hayalgücünü zorlayan bu sınır üzerinde olmanın huzursuzluğuyla ideal olanı tasarlamak istesem çok mu zorlanırım? Diğer ütopyalar gibi ideal toplum ve devlet tasarımı değil bu yanlış anlaşılmasın..yapmak istediğim tam olarak olmayan ile mükemmel olanı bir araya getirmek. Olmayan ile mükemmel olanın bir araya getirmek ilk duyulduğunda temellendirmeden uzak bir önerme gibi görülebilir. Çünkü temellendirmede ispat edilen bir kavramın mutlaka kabul edilme gibi bir zorunluluğu vardır. Fakat burada var olan temellendirmede analiz ve derinleşme ön plandadır. Derinleşmede her yönüyle araştırma ve inceleme söz konusudur. Zihnin sistematik kavrayışı ile birlikte derinleşmiş ve sistemin içinde bir nevi faaliyet halinde olmuş oluruz. Buradaki sistem tutarlı unsurlar bütünüdür. Peki kimi çevrelerce değersiz ve gerçekdışı olarak nitelendirilen ütopyada tutarlı unsurlardan nasıl bahsedebiliriz? Elbette bahsedebiliriz çünkü; ütopya ideal devleti ve toplum düzenini tasarladığı için gerçekliğe tam olarak ulaşmasa bile en azından yaklaşabilmektedir. Bunu da basit bir tutumla değil, felsefi temelendirmeden hareketle yapmaktadır. Ütopyacılık akli ve ahlaki ilkelere de dayanarak en iyi olanı oluşturmak için alternatifler üretmektedir. Ütopyacılığın önemli temsilcilerinden Rousseau, Marx ve Engels ideal devleti çizerken her türlü baskıya ve sosyal ve ekonomik eşitsizliğe karşı eleştirel bir tutum takınırlar. Felsefe tarihine baktığımızda bilinen ilk ütopya örneği Platon tarafından yazılan Devlet ve Yasa'dır. En çok tartışılan ütopya örneklerinden birisi de Thomas More'un kurgusal bir adada geçen eseridir. Francis Bacon'un Yeni Atlantis'i ise bir bilgi devleti olarak kurgulanmıştır. Tüm bu ütopyalar olması istenen ütopyalardır. Bunların yanında birde istenmeyen korku ütopyaları vardır. Bu ütopyalar insanları gelecekte olabilecek bir takım olumsuzluklara karşı ikaz etmek amacıyla yazılmıştır. Bunların başında çağdaş ütopyacı Adous Huxley gelmektedir. Huxley'in Yeni Dünya' sında teknoloji egemendir. On kişilik bir zorba düzenin hakim olduğu bu topraklarda insanlar bedensel hazlar peşindedir. Bu yeni dünyada düşüncelere yer yoktur.

Ütopik düşüncenin temelinde var olan gerçek ve yetkin bir toplumsal düzene, özellikle içinde yaşadığımız ekonomik eşitsizliğin, sosyal sömürünün, etnik soykırımların olduğu bir toplumda ihtiyaç duyulmaktadır. Tasarılar ideal  olanı yaşayana kadar devam etmelidir. İdeal toplum düzeni olmasa bile kendi idealiniz için her ne ise işte o devam etmelidir.

Görüldüğü üzere bir türlü içsel bütünlükten kurtulamayan "ben" yine analiz yolunu seçti. Olmayan ile mükemmel olanı birleştirememenin huzursuzluğu ile yeni bir boş-hoş-zamanda görüşelim.

9 Aralık 2010 Perşembe

Müdahale (!)

Son günlerde yaşanan öğrenci olaylarına baktığımızda, polis tarafından öğrencilere uygulanan orantısız güçte, bireyleri hükümetlerin tekeline hapsetmeye çalışan bir gerçek karşımıza çıkmaktadır. Bireyin iktidar tarafından bu şekilde sindirilmesi bir ilk değildir. Tarihte birçok aydın bu duruma karşı çıkmak adına çeşitli İnsan Hakları Bildirgeleri yayınlamıştır. Bu bildirgelerden birisi de M. Foucault tarafından insanları harekete geçirme amacıyla yayınlanmıştır. Birçok insiyatife rehberlik etmiş olan ilkelerden üçünü şu şekilde sıralayabiliriz.
  1. "Faili kim olursa olsun, kurbanları kim olursa olsun, bütün iktidar suistimallerine karşı çıkmaya davet eden, hakları ve ödevleri olan bir uluslararası yurttaşlık vardır. Sonuçta hepimiz birer yönetileniz ve bu sıfatla da dayanışma içindeyiz.
  2. Hükümetler, toplumların mutluluğuyla ilgilenmek iddiasında olduklarından, kararlarının insanlarda neden olduğu veya ihmallerinin yol açtığı mutsuzluklar hükmetlerin kar zarar hanesine geçirilmelidir. İnsanların mutsuzluğudan hükümetlerin sorumlu olmadıkları fikri yanlış olduğundan, insanların mutsuzluğunu hükümetlerin gözlerine ve kulaklarına sokmak bu uluslararası yurttaşlığın her zaman görevidir. İnsanların mutsuzluğu asla siyasetin dilsiz bir kalıntısı olmamalıdır. Bu mutsuzluk iktidarı ellerinde tutanlara seslenmeyi ve başkaldırmayı mutlak bir hak olarak meşrulaştırır.
  3. Bize sıkça önerilen şu görev paylaşımını reddetmek gerekir: Bireylere sinirlenme ve konuşma hakkı; hükümetlere de düşünme ve harekete geçme hakkı. Doğrudur: İyi hükümetler yönetilelerin kutsal kızınlığını severler, yeter ki bu kızgınlık bir coşku olmaktan öteye geçmesin. Genellikle konuşanların yöneticiler olduğunu, konuşmaktn başka birşey yapamayacaklarını ve yapmak istemediklerini fark etmek gerektiği kanısındayım. Bize önerilen teatrol rol olan saf ve basit hoşnutsuzluk rolünü reddetmek geretiğini ve reddedilebileceğini deneyim göstermektedir. Uluslararası Af örgütü, İnsanrın Yeryüzü, Dünya Doktorları, özel bireylerin uluslararası stratejiler ve siyasetler düzenine fiili müdahale hakkı biçimindeki bu yeni hakkı yaratmış olan insiyatiflerdir."
Bildirgeyi çev. Işık Ergüden

6 Aralık 2010 Pazartesi

Faili Meçhul Bir Cinayet: TÜTENGİL

Sabahattin Ali, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Hrant Dink Türkiye tarihinde yapılan yargılamalar ve sorgulamalar sonucunda katili bulunamayan cinayetlerden sadece bir kaçıdır. Bu fotoğraf da ne yazık ki 7 Aralık 1979 yılında evinden okuluna giderken uğramış olduğu silahlı saldırı sonucu hayatını kaybeden ünlü akademisyen prof. dr. Cavit Orhan Tütengil'e aittir. 1921 yılında Tarsus'ta doğan Tütengil ilk ve orta öğrenimini burada tamamlamış, İstanbul üniversitesi felsefe bölümünü bitirdikten sonra çeşitli şehirlerde felsefe gurubu öğrtmenliği yaptıktan sonra 1953'te sosoloji asistanı olmuştur. "Montequieu'nun Siyasi ve İktisadi Fikirleri" adlı doktora tezi ile T.D.K. ödülünü kazanmış 1960'ta  "İçtimai ve İktisadi Bakımdan Türkiye'nin karayolları" adlı çalışmasıyla doçent olmuştur. Felsefe ve sosyoloji alanlarında yapmış olduğu çalışmarla bilime önemli katkılarda bulunan Tütengil, toplumu düşünmeye yönlendirmiş, eşitlikçi ve hoşgörülü bakışıyla da insanlığı kucaklamıştır. Peki o zaman 1979'ta yaşanan bu trajik olay neden Tütengil'i hedef aldı ve neyin bir sonucuydu? Çünkü hakim düşüncelere karşı olan muhalif seslerden birisiydi Tütengil. Bir baskı unsuru yoluyla faşizan ve karanlık güçlerin ne yazık ki sonsuza kadar sansürüne uğramıştır.

4 Aralık 2010 Cumartesi

BÜYÜK KAPATILMA

Eserlerini daha çok Batı'nın yakın tarihi  üzerine eğilerek oluşturan M. Foucault, özellikle 16. yüzyıldan sonra aklın merkeze oturma ve bilimsel bilginin akıl yoluyla inşa edilme sürecini ele alır. Bu dönem Avrupa'sında yaşanan değişimler özellikle rasyonel düşünmenin bilimleri etkilemesi, teknolojide meydana gelen gelişmeler, kapital birikimin ve yeni sömürgelerin oluşması, Foucault'yu eski düşünce geleneklerini sarsan yeni bir düşüce biçimi içerisine sokmuştur.
     Önemli eserlerinden biri olan Büyük Kapatılma bu dönemin iç hesaplaşmaları sonucu ortaya çıkmıştır. "1656 yılında Paris'te Hopital General (Genel Hastane) adlı bir kurum kurulmuş ve bir kaç ay gibi kısa bir süre içerisinde Paris nüfusunun azımsanmayacak bir bölümü (üç yüz bin nüfusunun en az altı bini) bu kurumlarda gözetim altına alınmıştır"(Foucault, 2005: 11). Fakat bu hastanenin kesinlikle tıbbi bir müdahale ile alakası yoktur. Foucault'ya göre dönemin Avrupa'sında bu tarz yerlerin amacı, bir nevi denetim mekanizması işlevi görmektir. Kapatılanlara baktığımızda bunu daha net görebiliriz. Kapatılanlar, deliler, eşcinseller, hastalar, fakirler ve işsizlerdir. Bir çoğu bedensel özürlü olan bu yersiz yurtsuz insanlar toplumdan uzaklaştırma adına iktidar tarafından kapatma kurumları içerisine hapsedilmektedir. Önceleri, deliler, işsizler, hastalar, suçlular aynı kurum içerisinde bulunurken, zamanla kapitalizmin etkisiyle suçlular hapishaneye, deliler tımarhaneye kapatılmıştır. Kurumların bu şekilde ayrılmasının nedeni ucuz emektir. Deliler hiçbir zaman sisteme ayak uyduramayacaktır; fakat aynı şey suçlular, işsiz güçsüz aylak insanlar için söz konusu değildir. Özellikle
etkin bir önlem olarak kapatmaya ancak ancak kapitalizm el emeği, işsizlik gibi sorunlarla karşı karşıya gelindiğinde  ve on yedinci yüzyıl Avrupa toplumları büyük isyanlarla tanıştığında başvurulmuştur. İsyanları bastırmak için bir ordu göndermek, insanları katletmek, yakıp yıkmak gibi eski yöntemler, aynı zamanda büyük toprak sahiplerinin vergi toplamasını da engelleyen genel bir felakete yol açacak önlemler haline geldiğinde daha ekonomik ve etkili bir önlem ve cezalandırma tekniği olarak hapishaneye başvurulmuştur; çünkü hapishaneler nüfusun tehlikeli bir bölümünü feci ekonomik sonuçlara yol açmadan elemeye imkan tanımıştır(a.g.e,13).
Giderek külfetli hale gelen bu kurumlar, yeni yollar bulmaya çalışır ve kategorik olarak yapılan ayrımdan sonra kapitalizmin ihtiyaç duyduğu ucuz emeğin yeni adresi olur.
  • Foucault Michel, Büyük Kapatılma, çev. Ferda Keskin, Ayrıntı yay. İstanbul, 2005

3 Aralık 2010 Cuma

JEAN BAUDRİLLARD ile modern ve postmodern kavramları üzerine Ali Akay'ın "Sanat Tarihi: Sıradışı Bir Disiplin" kitabından...

"Modernite bitiyor demedim, bitti de bütün mesele son’un tanımından geçmekte: ben son’dan çok bir uçlaşmadan bahsediyorum. Bir şey sallanıp duruyor ve sonra kendi sınırını aşıp duruyor. Bu tabi ki bir çeşit yok olmadır, ama tamamen yok olma, karşı bir şeyin alternatif olarak ortaya çıkması demek değildir. Veya bir durumun sonu değildir. Bu anlamda “uçlaşma görüngüsü” extremite diyorum. Hiper bir şeyler var, nedir bilmiyorum, ama hiperler. Bir şeyin yok olmasından çok, bir şeyin zıvanadan çıkması, aşılması söz konusu. Modern süreç öyle bir şekilde yeniden güncelleşiyor ki, artık “modern” anlamı taşımaz oluyor. Her şeye rağmen, modernitenin bir nedeni vardır veya modernitenin iyi bir kullanımı söz konusuydu. Şimdi, şüphesiz bu iyi kullanımından çıkmış durumdayız. Artık bir şeyin sınırının taşıtmasından bahsedebiliriz.
         Lyotard’ın bile kendisini postmodern bir düşünür olarak kabul ettiğini sanmıyorum. Bu oyunu oynadı diyebiliriz. Güzel bir şeytan gibi kendisini savundu. Postmodern olarak algılanıp sorgulanacağını, kendisine saldırılarda bulunulabileceğini hesaba katmadı heralde. Postmodern kavramı belki de Lyotard tarafından yaygınlaştırıldı, ama bu düşünce onun kendisinden gelmiyor. Postmodern bir çeşit kandırmaca, bir takıntılı hareketti, hatta bir şaşırtma hareketiydi. Bu bakımdan, eğer simülasyonun postmodern olduğunu düşünüyorlarsa, evet niye olmasın: Simülasyon postmoderndir. Ama bana kalırsa, bu biraz indirgemecilik oluyor. Eğer böyle bir tasnif yapılırsa, global bir şekilde, “şu postmodern bu değil” diyebiliriz. Bu da onlara hemen eleştiri yapma imkanı tanır. Eğer şimdi ben bu durumda bulunuyorsam ve beni postmodernle gülünçleştiriyorsa- halbuki ben bunu üstlenmiyorum- ve bunun adına beni eleştiriyorlarsa, ne adlandrmayı, ne de eleştirmeyi kabul ediyorum. Postmodern; bir hayalet, bir çeşit kamuoyu. Bunu onlar yarattı."

 

2 Aralık 2010 Perşembe

MODERN ZAMANLAR

Modern zamanlara ilişkin karamsarlık, dönemin aydınlarının entelektüel kişiliklerinde ortak karakteristik bir özellik olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu karamsarlığın nedeni bilim kavramının, rasyonalitenin etkisiyle üretici gücün toplumu takakküm altına almasıdır. "Modern Zamanlar’da endüstrinin, bireysel teşebbüsün - mutluluk peşinde koşan insanlığın öyküsü”nü anlatan bir karamsarlığın bir yansımasıdır.-charlie chaplin'in 1936 yapımı bu son filmi komedi tarzında olmasına rağmen yarattığı etkiyle kahkahı aşmış beyinlerde soru işareti oluşturarak sistemi bir nevi sogulamıştır- Endüstrinin ve kapitalizmin giderek gelişmesi Weber'in tabiri ile insanlığı demir bir kafese hapsetmiştir. İnsanın bu demir kafesten kurtuluşu ancak aklın özgürleşimi ile mümkündür. Kant'ın ünlü mottosu bunu en iyi şekilde açıklamaktadır. SAPARE AUDE! (Bilmeye cüret et)