Bu Blogda Ara

22 Kasım 2010 Pazartesi

DELİLİĞİN SOYKÜTÜĞÜ

Tarihte, bilinç sahibi insan kadar ve o tarafın aktörleri tarafından gerek gizlilik aleminde gerekse alenen tartışılan delilik, gerek felsefi, gerek bilimsel, ahlaki veya tıbbi bilinçlerin altında "sağır bir trajik bilinç" olarak varlığını sürdürmüştür. Özellikle son sözlerinde ve son görüşlerinde Nietzshe ve Van Gogh'u uyandıran deliliktir.
  Öncelikle delilik "akla ilişkin bir biçim haline gelmekte veya daha doğrusu, delilik ile akıl sürekli olarak tersine dönebilen bir ilişki haline girmektedirler, bu da her deliliği onu yargılayan ve ona egemen olan kendi aklına sahip; her aklı da onda gülünç gerçeğini bulduğu kendi deliliğine sahip getirmektedir"(Foucault, 2000: 63). Akıl ve deliliğin farklı kutuplarda olması tıpkı bir muknatıs gibi onları birbirine itmektedir. Aklın doğru kullanılması, akla uygun davranma Antik Yunan felsefesinde bilgelik olarak açıklanmaktadır. Oysa insan aklı, bilgelikten ziyade deliliğin içerisine dahil edilmiştir. Şöyle ki " büyük ölçekte ölçülen herşey delikten başka bir şey değildir; küçük ölçekte ölçülen her şeyin kendi de deliliktir. Yani delilik ancak bir akla atfen vardır, ama bu aklın bütün gerçeği, reddettiği bir deliliği bir an için ortaya çıkartmak, sonra da onu dağıtan bir deliliğin içinde, kendi sırası geldiğinde kaybolmaktadır" (a.g.e., 67).
   Delilik özellikle XV. yüzyılda rasyonel düşüncenin gelişmesiyle birlikte akıl tarafından kuşatılmış giderek onun çemberinin içine dahil edilmiştir. Özellikle Descartes, akla yer açmak ve onu merkeze oturtmak için onun dışında var olanları dışarı itmiştir. Delilik kavramını Descartes dışarı itmez; çünkü ondan bahsetmek onu kabul etmektir. XVI. yüzyılda sessizliğe itilen delilik bir akıl hastalığı olarak ilk defa bu dönemde ele alınmıştır. Akıl hastalığı olarak nitelendirilen deliliğin, yaşam ve beden üzerinde iktidar tarafından bir denetimi söz konusudur. Felsefe taihinde Foucault, arkeolojik bir çalışmasını oluştururken kapatılma süreçlerini izlemiştir. Özellikle hapishaneler ve tımarhaneler üzerinde durmuştur. İleri toplumlar son yıllarda ülkelerinde karşılaşmış oldukları deliliğin, şizofreni, paranoya gibi, zihin hastalıklarının ilkel tolumlarda olup olmadığı konusunda araştırma yapmışlar ve o toplumlarda deliliğin konumunu belirleyerek kendi toplumlarıyla kıyaslamışlardır. Gelişmiş sanayi toplumlarında, bir bireyin deli olup olmadığı ncelikle o kişinin çalışmaya uygun olup olmadığını gösterir, bunu ilk kıstas olarak görürler. Avrupa'da ve Ortaçağda deliliğin varlığı kabul edilmişti, dengesiz davranışlarda bulunan, sinirlenen ve çalışmayan bu insanların hayatlarını sürdürmelerinde, etrafta dolanmalarında herhangi bir poblem görülmemekteydi. Fakat sanayi toplumlarında delileri kapatmak için kurumlar açılmaya başladı. Açılan ilk kurumlara delilerin dışında, işe yaramaz olarak nitelendirilenler de konulmuştur (Foucault, 2005: 79). Ortaçağ ve Rönesans'ta deliler normal hayatlarını sürdürebilmekteydi. Yaşamını tek başına sürdüremeyen deli, başkaları tarafından besleniyor ve destekleniyordu.
     Sanayi toplumlarında cezalandırıcı bir aygıtın, normaller ve anormaller arasında var olan sınflandırıcı dispositifin analizi oluşturulmalıdır; çünkü dışarı itilen için bir nevi farkındalık olşturulması şarttır. Bu gerek felsefi, gerek bilimsel kimlikle yapılmalı ve düşünce alanına dahil edilerek yeni bir anlam boyutu kazandırmalıdır.

Foucault Michel, Büyük Kapatılma, çev. Işık Ergüden-Ferda Keskin, Ayrıntı yay. İstanbul, 2005
Foucault, Michel, Deliliğin Tarihi, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Kitapevi, Ankara, 2000

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder