Bu Blogda Ara

30 Kasım 2010 Salı




"Hiç unutma ki zaman, hızlı bir kumarbazdır, Hile
yapmadan kazanır her elde! bu, yasadır." Baudelaire

29 Kasım 2010 Pazartesi

BENJAMİN'DEN BAUDELAIRE'DE BAZI MOTİFLER ÜZERİNE İNCELEME

"Hypocrite lecteur, -mon semblable-, mon frere!" (Ey riyakar okuyucu, -benim benzerim-, kardeşim!) Walter Bejamin Pasajar'da Baudelaire'dın Fleurs du mal  adlı eserinin dikkat çeken bu son cümlesi üzerine düşünür. Baudrillard'in amacı okuyucuları tarafından anlaşılmaktı; fakat o, ulaşmak istediği hedef kitlesine sonradan ulaşmıştır.

Acımasız güneş indirdiğinde peş peşe darbelerini,
kente ve kırlara, çatılara ve buğdaylara
yürürüm düşlerimde tek başıma kılıç oynatarak,
ve korkusunu alarak her köşede yeni uyağın,
kaldırım taşlarına takılır gibi tökezleyerek sözcüklerde,
kimi zamanda çarprak nicedir düşlediğim dizelere.

Benjamin'e göre Baudelaire, şiirlerinde ruhsal ve fiziksel kişliğini gözler önüne serer. Şok deneyimi Baudelaire'ın kişiiğini belirleyen bir nedendir. özellikle şu alıntı şok figürü ile ilgli gerekl ayrıntıyı bize vermektedir."Yaratma tutkusunun en güçlü olduğu anlarda, şiirsel düzyazı denilen o mucizevi eserin düşünü kurmamış olanımız var mıdır?böyle bir yaratı ritimsiz ve uyaksız bir müzikalite taşımalı, ruhun lirik kıpırtılarına, düşler evrenin dalgalanmalarına, bilincin şoklarına uyabilecek kadar kıvrak ve kırılgan olmalıdır"(Benjamin,2004:213). Benjamin'e göre Baudelaire derin düşünen melonkolik bir şairdir; fakat asla felsefi bir kafa değildir.

(Walter Benjamin, PASAJLAR, istanbul, 2004)

PABLO NERUDA


Şilili yazar ve şair Pablo Neruda çağının en önemli isimlerinden birisidir. Özellikle yazdığı şiirler büyük bir coşkunun ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. 1955 yılında evlendiği Mathilda Urritia'ya duyduğu aşk ile oluşturduğu Aşk Soneleri önemli başyapıtlarındandır.

MATHILDE, BİTKİ ADI...  /.

Mathilda, bitki adı, taş, şarap adı ya da,
topraktan doğanın adı, sonsuz olanın
doğurur günü büyümesi bir sözcüğün,
açılır limonlar adın yazında.
                                                      Koşarak gelir bu ada ağaç gemiler
                                                      ateşin lacivert arılarıyla çevrili,
                                                      kireçleşen kalbime atılmaya gelen
                                                      bir ırmağın suyudur adının harfleri.
                                                      Ah bilinmez bir tiünelin girişine benzer
                                                      bir çan çiçeği altındaki bu örtüsüz ad,
                                                      dünyanın tüm güzel kokularıyla karışık!
                                                      Beni yakan ağzınla kapla beni,
                                                      istersen ara içimde geceden gözlerini
                                                      bırak da üzüleyim, uyuyayım adın üstünde.
                                                                                 
                                                                   P.NERUDA-Çev.Metin Cengiz-

25 Kasım 2010 Perşembe

NİETZSCHE' DE TARİH

Nietzsche 19. yüzyılın üşüşürcesine üzerine eğildiği tarihsel anlam denen şeyin hasta bir düşüncenin ürünü olduğunu, bu üşüşmenin de tipik bir çöküş işaretini simelediğini söyler. Nietzsche için kendi çağı taşkın, sersemletecek kadar gürültücü ve şamatacı bir tarihçilik hastalığına tutulmuş, bir tarih hummasına yakalanmıştır. Nietzsche bu tarihe düşkünlüğün yaşama ve kültür açısından büyük tehlikeler taşıdığını ve bizzat yaşamayı zehirlediğini ve kültürel yaşamı barbarlaştırdığını belirtir. Nietzsche'ye göre bu tarihçilik herşeyi tarihselleştirmek için "çrpınan" bu anlayış bizzat dayanmak istediği şeyi, yani yaşamayı, insanı v toplumsal varoluşu boğazlamaktadır. Çünkü bu anlayış, insan yaşamındaki herşeyi tarihselleştirmekle, insanı ve toplumsal olanı herşeyi tarihe tutsak kılmıştır. Bu, insandaki eğilim, şevk ve eylem gücünü, kısacası insandaki güç iradesini baltalamıştır.Herşeyin tarihselleştirilmesi durumu Nietzsche'de insana saygısızlığın bir örneğidir ve bu durum insanın güç ve iradesini, yaratıcılığını hiçe saymaktadır. Fakat bugün, yaşama geleneği ve gelenekten gelen ölçütlere göre değerlendirilemez.  
Tam tersine, tarihe bir içerik kazandırılacaksa, bu içeriği anlamlı kılacak olan tek şey bugünkü gerçek yaşamdır. Bugünkü yaşam ise geçmişe tutsak kılınamaz; çünkü insanın ilgi merkezi geçmişte değil, bugündedir. Doğru olan geçmiş aşam için geçerli kılacak olan güçle, bugün olup bitmekte olanlardan tarihi yenidn yapmaktir. Bu konuda Nietzche'nin Feuerbach'ın tarihin geçmişin tarihi değil, bugünün tarihi olması, insanın yazılan tarihten yapıan tarihe geçmesi gerektiği hakkındaki dşüncelerine benzer düşünceler ileri sürdüğü saptanabilir.
Nietzsche'ye göre tarih, tamamen üst insan deneyinin bize görünen yüzüdür. Kendisinde "şimdiki", "geçmiş", ve "gelecek" kavramlarını anlamlandırabilen insan, tarih anlayşının tek yaratıcısıdır. Nietzsche'ye göre geçmiş acıdan başka birşey getirmez ve çoğu zaman tutarsız ve anlamsız davranışlarımızın temelinde bu vardır. İnsan, geçmişe dair sadecebelirli gizleri kavramalıdır ve diğer yararsız tüm öğeleri bilincinden silip atmalıdır. Nietzsche, gemişten çok geleceğin filozofudur. Bunu her fırsatta dile getirmekle beraber, tahminleri yerindedir. Çünkü o, geçmiş, şimdiki an ve geleceği tek bir noktada kavrayabilen ender insanlardandır. insan zamanın içinde yaşamaz, insan yaşadığı zamanın ta kendisir.

22 Kasım 2010 Pazartesi

DELİLİĞİN SOYKÜTÜĞÜ

Tarihte, bilinç sahibi insan kadar ve o tarafın aktörleri tarafından gerek gizlilik aleminde gerekse alenen tartışılan delilik, gerek felsefi, gerek bilimsel, ahlaki veya tıbbi bilinçlerin altında "sağır bir trajik bilinç" olarak varlığını sürdürmüştür. Özellikle son sözlerinde ve son görüşlerinde Nietzshe ve Van Gogh'u uyandıran deliliktir.
  Öncelikle delilik "akla ilişkin bir biçim haline gelmekte veya daha doğrusu, delilik ile akıl sürekli olarak tersine dönebilen bir ilişki haline girmektedirler, bu da her deliliği onu yargılayan ve ona egemen olan kendi aklına sahip; her aklı da onda gülünç gerçeğini bulduğu kendi deliliğine sahip getirmektedir"(Foucault, 2000: 63). Akıl ve deliliğin farklı kutuplarda olması tıpkı bir muknatıs gibi onları birbirine itmektedir. Aklın doğru kullanılması, akla uygun davranma Antik Yunan felsefesinde bilgelik olarak açıklanmaktadır. Oysa insan aklı, bilgelikten ziyade deliliğin içerisine dahil edilmiştir. Şöyle ki " büyük ölçekte ölçülen herşey delikten başka bir şey değildir; küçük ölçekte ölçülen her şeyin kendi de deliliktir. Yani delilik ancak bir akla atfen vardır, ama bu aklın bütün gerçeği, reddettiği bir deliliği bir an için ortaya çıkartmak, sonra da onu dağıtan bir deliliğin içinde, kendi sırası geldiğinde kaybolmaktadır" (a.g.e., 67).
   Delilik özellikle XV. yüzyılda rasyonel düşüncenin gelişmesiyle birlikte akıl tarafından kuşatılmış giderek onun çemberinin içine dahil edilmiştir. Özellikle Descartes, akla yer açmak ve onu merkeze oturtmak için onun dışında var olanları dışarı itmiştir. Delilik kavramını Descartes dışarı itmez; çünkü ondan bahsetmek onu kabul etmektir. XVI. yüzyılda sessizliğe itilen delilik bir akıl hastalığı olarak ilk defa bu dönemde ele alınmıştır. Akıl hastalığı olarak nitelendirilen deliliğin, yaşam ve beden üzerinde iktidar tarafından bir denetimi söz konusudur. Felsefe taihinde Foucault, arkeolojik bir çalışmasını oluştururken kapatılma süreçlerini izlemiştir. Özellikle hapishaneler ve tımarhaneler üzerinde durmuştur. İleri toplumlar son yıllarda ülkelerinde karşılaşmış oldukları deliliğin, şizofreni, paranoya gibi, zihin hastalıklarının ilkel tolumlarda olup olmadığı konusunda araştırma yapmışlar ve o toplumlarda deliliğin konumunu belirleyerek kendi toplumlarıyla kıyaslamışlardır. Gelişmiş sanayi toplumlarında, bir bireyin deli olup olmadığı ncelikle o kişinin çalışmaya uygun olup olmadığını gösterir, bunu ilk kıstas olarak görürler. Avrupa'da ve Ortaçağda deliliğin varlığı kabul edilmişti, dengesiz davranışlarda bulunan, sinirlenen ve çalışmayan bu insanların hayatlarını sürdürmelerinde, etrafta dolanmalarında herhangi bir poblem görülmemekteydi. Fakat sanayi toplumlarında delileri kapatmak için kurumlar açılmaya başladı. Açılan ilk kurumlara delilerin dışında, işe yaramaz olarak nitelendirilenler de konulmuştur (Foucault, 2005: 79). Ortaçağ ve Rönesans'ta deliler normal hayatlarını sürdürebilmekteydi. Yaşamını tek başına sürdüremeyen deli, başkaları tarafından besleniyor ve destekleniyordu.
     Sanayi toplumlarında cezalandırıcı bir aygıtın, normaller ve anormaller arasında var olan sınflandırıcı dispositifin analizi oluşturulmalıdır; çünkü dışarı itilen için bir nevi farkındalık olşturulması şarttır. Bu gerek felsefi, gerek bilimsel kimlikle yapılmalı ve düşünce alanına dahil edilerek yeni bir anlam boyutu kazandırmalıdır.

Foucault Michel, Büyük Kapatılma, çev. Işık Ergüden-Ferda Keskin, Ayrıntı yay. İstanbul, 2005
Foucault, Michel, Deliliğin Tarihi, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Kitapevi, Ankara, 2000

12 Kasım 2010 Cuma

HANNAH ARRENDT ÜZERİNE: İNSANLIK DURUMUNUN ÜÇ BOYUTU

Hannah Arendt'in çalışmalarında emek, iş ve eylem ; yeryüzü ile dünya; şiddet ile güç ve kuvvet, hatta mülk ile servet arasında ayrım yaptığı gözlemlenir. Bu ayrımlar, Arendt'in kuramsal yapısının temelini oluşturur. Yazar, insanın polis tecrübesinden sonra Ortaçağ boyunca ve modernite ile birlikte dünyaya yabancılaşmasını eleştirel bir analize konu etmiştir ve bu çerçevede 'düşünen insan' ile 'eyleyen insan' arasındaki duvarı, düşünsel olarak yıkma teşebbüsüne girişmiştir. Bu çerçevede tefekkürü küçümsemeden eyleme atfettiği önemin altını çizmiş ve tefekkürün politik eylemi dışlamasına karşı çıkmıştır. Bir başa deyişle Hannah Arendt, vita contemplativa ile vita activa arasındaki ilişkiyi tarif ederken iki kavramsallık arasında bir hiyerarşi tesis etmekten çok vita activa'nın içerisindeki tefekkürü yeniden canlandırmayı amaç edinmiştir. Arendt'in vita activa ile kastettiği, kendi ifadesi ile "etkin olarak bir şeyler yapmaya yöneldiği ölçüde insani yaşam"dır ve emek, iş ile eylemi içerir. Bu üç kavramın da kökleri Arendt'e göre doğarlıkta bulunur. Emek, hem bireysel sürekliiği hem de türün hayatını garanti eden ve insan bedeninin biyolojik faliyetine karşılık gelen bir kategoridir.çabucak tüketilir ve ve bu yüzden sürekli olarak yinelenmelidir. Emek, dünyasallık açısından ele alındığında Arendt'e göre en az dünyasal olandır. Çünkü üretilmiş olan şeylerin dünyasallıkları, nesnelerin bu dünyadaki kalıcılığı ile ilgilidir. Ancak yaşamın idamesi için zorunlu olan şeyler, aynı zamanda en doğal olanlardır; öyle ki doğanın dairesel hareketine uygun olarak üretilir ve akabinde tüketilerek yok olurlar.

Arendt'ten akt. G. Gürkan Oztan
(Doğu Batı, s. 100-101, sayı:36, 2006