Bu Blogda Ara
12 Nisan 2011 Salı
“Tractatus Theologico-Politicus”: Demokratik bir Manifesto
Spinoza siyaset felsefesini bütünlüklü bir yapıda ortaya koyan önemli bir filozoftur. Fakat bugün ülkemizde yaşanan son olaylar, bende filozofun siyaset anlayışının spesifik açıdan ele alınması gerektiği hissini uyandırmıştır. Yayımlanmamış kitaplarıyla yargılanan gazetecilerimizi düşündüğümüzde, “yazı”nın devlet için nasıl büyük bir eylem olarak görüldüğünü fark edebiliriz. Son günlerde yaşanan bu gelişmeler çoğumuzu “özgürlük”, “hoşgörü”, “demokrasi”,”egemen hakkı” gibi kavramlar üzerinde düşünmeye itmiştir. Özellikle Devlet ve birey arasında yaşananlar egemenlik ve özgürlük arasında var olan gerilim akıllara Spinoza’nın Tractatus Theologico-Politicus’da Demokratik bir Manifesto adlı metninde değindiği “egemenin hakkı ve düşünce özgürlüğü”nü getirmektedir. Spinoza’ya göre mutlak olarak kabul edilen devletin egemenliği bireyler üzerinde etkinlik sağlar. Eğer devlet istikrarı sağlamak istiyorsa bireylerin düşünce ve ifade özgürlüğünün önünü açmalıdır. Bir tarafta mutlakiyetçi devlet anlayışı diğer tarafta var olan demokratik ilkenin sundukları.. Peki bu iki sav nasıl uzlaştırılabilir? Spinoza’ya göre bu iki sav ancak sözler ile eylemlerin belli bir takım temel kurallara uyması ile mümkündür.
Devletin amacı esas olarak özgürlüktür. Bununla birlikte şunu da gördük ki devleti kurmak için tek bir şey gereklidir: karar alma yetkisi ya herkese toplu olarak, ya bazılarına, ya da tek bir kişiye ait olacaktır. zira esasında insanların özgür yargıları çok büyük farklılıklar gösterir ve herkes kendisinin en iyiyi bildiğini düşündüğü için ve herkesin aynı şekilde düşünmesi ve tek bir ses halinde konuşması imkansız olduğu için, barış içinde yaşamak herkes kendi uygun gördüğü şekilde eylem hakkından vazgeçmediği sürece mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla insanın vazgeçtiği tek şey kendi uygun gördüğü şekilde eyleme hakkıdır, akıl yürütme ve yargıda bulunma hakkı değil. Yani egemenin hükmüne karşı eylemde bulunmak açık bir şekilde egemenin hakkının ihlali anlamına gelirken, fikir yürütmek, yargıda bulunmak ve dolayısıyla konuşmak tümüyle serbesttir. Yeterki kişi fikrini hile,kızgınlık ya da nefret ile ya da devletin kendi otoritesi içindeki birşeyi değiştirme isteği ile değil, söze ya da eğitime bağlı kalarak sadece akıl ile savunsun. Varsayalım ki birisi bir kanunun akla yatkın olmadığını düşünüyor ve bu kanunun yürürlükten kaldırılmasını öneriyor. Eğer bu kişi aynı zamanda bu fikrini egemen gücün yargısına sunarsa ve bu süreç boyunca bu kanuna aykırı olan bütün eylemlerden kaçınırsa, o zaman bu kişi iyi bir vatandaş gibi davranarak devletin iyiliğinihak eder. Ancak buna karşılık eğer bu kişi bu hareketi hakimi adaletsizlikle suçlamak için toplumda ona karşı nefret uyandırmak için yaparsa, ya da yargıca rağmen kışkırtıcı bir şekilde bu kanunu yürürlükten kaldırmaya çalışırsa, o kişi bir kışkırtıcı, bozguncu ve isyancıdan başka bir şey değil demektir. (Balibar, 2004: 32-33)
Spinoza’nın bu kuralı beraberinde bir çok sorunu getirmektedir. Ülke olarak özellike kendi devletimizin yargılama sürecinde bunu görmekteyiz. İtaat, eylem, hak, hukuk arasında nasıl bir uyum yaratılmalı, özgürlüğün nereye kadar verilmesi gerektiği hususu kanımca cevaplanması gereken önemli problemlerdendir. Tahayyülü zor gibi görünse de mümkün müdür, mümkündür!
- BALIBAR, Etienne. Spinoza ve Siyaset, çev.Sanem Soyarslan, Otonom yayıncılık, Kasım 2004, İstanbul
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)